-Erdem Küçükıslıkçı'ya-
Geceydi, yorgundu, belli ki çok yaşlıydı
Karanlık içinde devinen gölgen
Yakut taşlar döküldü
Keskin uçurumlardan ay kırıklarıyla üstüne..
Bir ışık patlaması, kozanın kelebeğe dönüşümü
Ve senin her gelişin
Yeni bir gidişin anlatımıydı usulca
Telaşlı ürkek bir çocuk gibi saklasam seni
Koltukların altına, kuytulara, bulutların ardına
Sığar mı özlemin
Doldurabilir miyim okyanusları
Küçük bir akvaryuma?
El ele yürünen yollar bitti, köprülerden geçildi
Aynalara yansıyan yüzümüz silindi gitti
Tek çare miydi gitmek
Yoksa ellerinden bağlı bir tutsağın çaresizliği mi
Yine de kendi adımlarımız uzaklaştırdı
Bizi birbirimizden
Hiç göndermek istemedim
Ne altın damlası güneşi ne de seni
Buruşuk esmer bir kağıt gibi uzak bir yerlerde bekleyen
Ve savrulan küllerin yangını gibiydi büyük saydığımız onur
Bunun için sana hiç söylemedim, söyleyemedim..
Sürekli yanıp sönen süreli bir yalnızlığın koyağında
Bir tutam gül dalıydık gün bekleyen
Ardından baktığım ve sayamadığım
Kaç göz oluştu yüreğimde bilmiyorum
Diyeti beklemek miydi sevginin
Bir kuş sürüsünün geri dönüşünü
Geçip giden, unutamadığın yazların buğusunu ya da
Kaybolan bir kentin
Yeniden yapılanmasını istemek gibi
Peki nereye kadar?
Yosunlu bir deniz yangınında kıyılara çarpan
İçimde harlı ateş parçası durmadan körüklüyor kendini
Boş bir bardak, boyutsuz bir oda gibi dingin ve anlamsız
Seni özlemekten arttırıp güne ödünç verdiğim saatler
Şimdi bir ses, bir uğultu, bir izdüşüm
Suya çarpıp dağılan yüzün
Ve gitmelerin türküsü
Kızgın bir alev gibi geçiyor
En onulmaz yerimizden.