”kaaat helvaaa”
diye bir ses yankılandı mıydı sokakta
o vakit yapışırdım annemin yakasına
mırın kırın etse de önce
kocaman gülümserdi hevesimi görünce
laf aramızda pek yaraşırdı cömertlik
kıt kanaate alışkın ellerine
kaptığım gibi elli kuruşu
ceketi kendinden yaşlı amcanın yanında alırdım soluğu
bir elimde kağıt helva
diğerinde leblebi tozu
yoktu benden mutlusu
sanıyordum ki aşk bu
...
elde bir domates
meyva niyetine
açsak eğer bir somun ekmek
üzerine “sana” ya da salça
ziyafet diye
sonra hep sokaklar & biteviye
yakan top
dokuz taş
ortada sıçan
ayaklarda kara lastik
hep top peşinde
sanıyordum ki hayat bu
...
bir gün kaldırımda otururken bir başıma
biri seslendi adımla
şaşkınlıkla baktım
babanım diyen bu kocaman adama
kaçtım korkuyla anamın kollarına...
-tek göz oda
iki sedir
üstü saman altı tahta
soğuk kış akşamlarında
ısıtmak için bizi
sıcacık anlatırdı anam
yer yatağında & titreyerek
sokulduğumuzda ona
düzelecek derdi
neler alacağım neler & anlatamam
hele bi babanız dönsün alamandan
(kardeşime hamileymiş o zaman
kıbrıs harbi ambargo falan
baba dediğimi bile duyamadan
bu kez açlık derdiyle sürülmüş
bu muhacir adam
can derdiyle sığındığı vatandan)
dinlerken uyurduk mutlu
umutlu
açlık da koymazdı o anlarda
zira görürdük ufku -
dinlesem de defalarca
alışamadım varlığına
baba diyemedim elbet
zihnimde tek fotoğrafı olmayan adama
hoş alışmama da gerek kalmadı
yolcu ettik iran'a
geleli kırk gün olmadan daha...
baktım ardından
el bile sallayamadan
oysa yeni çıkarmıştım yüreğimi kuytudan
baba diyecektim kocaman
utanmadan
...
bir şey sanamadım
bilmiyordum o zaman
ilk o gün öğrendim bu duyguyu
sonrası hep tekerrür...
yüreğin ağzında
söyleyemeden daha
bulup yitirmekti bu
şimdi ne vakit sevdiğimi sussam
babamın sırtı gelir aklıma
leblebi tozu kaçar boğazıma
susarım bir daha