Saklı bahçende eşsiz çiçekler açardı,
göstermeye korktuğun…
Kalp kırıkları üstüne, ölüm şarkıları söylerken,
en kuytu köşelerinde karanlığının,
bulunmak isteyen kayıp bir kız çocuğu vardı,
hiç büyümeyen…
Öfkeli gözlerinin ardında,
titreyen bir gül yaprağı olurdu hep…
Kan kırmızısını görürlerdi, göremeyenler…
Gül kokusunu bilmeyenler…
Su gibi;
Derya gibi;
Sevda gibi;
Akar giderdin ışıktan bir iz bırakarak, ortasına gecenin…
Ve pervanelerin uçar gelirdi peşinden…
Ne zaman bir kuş gibi çırpınsa yüreğin;
Susturuyorsun şimdi! ..
Umut, benim zehirim diyorsun;
Koparıveriyorsun boynunu hiç acımadan…
Oysa en güçlü fırtınalar bile yağsa üstüne,
Şimşekler oyuncağın olurdu bir zamanlar!
Sobelendin…
Ama oyun bitmedi daha!
Çok erken ceza verdin kendine!
Nasıl at başı giderse, biten aşklar ve anılar,
ve nasıl acıtırsa ihanetin elleri;
Kirli camların ardından bakmak dünyaya;
O denli sıkar ve boğar yürekleri…
Ama sürgit olmaz hiçbir gönül yarası…
Bırak kalsın saçlarındaki kelebek!
Bırak açsın bütün çiçeklerin rengârenk!
Bırak dönsün dünya! ..
Ellerindeki tütün kokusuna inat,
bahara dön yüzünü…
Gülümseyişinin bir yaz rüyası gibi aydınlattığı yüzünü! ..
Ne vakit gülümserken görsem seni,
Temmuz bahçelerindeki şeftali ağaçları gelir aklıma…
Ağlayan söğütler değil…
Unutma! ..
.