İki bin üçten iki bin dörde
Sular seller gibi geçti şu zaman
Okula vardığım şu ilk günümde
Eski günlerimi hatırladım.
Özkan ı eşrefi Şinasi yi ahmed i
Bir lokma ekmeği arkadaşlarla bölüştüğümüz günleri
Gecenin alaca karanlığında otuz santim kara aldırış etmeden
Çalı çırpı toplamaya çıkardık sokak aralarında.
Bulamadığımız zaman yüzümüz kızara kızara çalardık evlerin önünden
Bir sıcacık odamız olsun boğazımıza sıcak bir lokma girsin diye.
Sonra tren garındaki Hamza çavuşun kahvesine giderdik
Birer çay içer kahve kapanana kadar beklerdik biraz ısınalım diye.
Eve dönünce birkaç ekmek birkaç yumurta alır
Ve çiğ çiğ ekmeğin üzerine sürer tuz eker yerdik
Açlığımızı gidersin isterdik ama nafile
Sancılanırdı midemiz kıvranır dururduk.
Nasıl uyuyabildiğimizi fark edemezdik acılar içinde
Sabah uyandığımızda alelacele hazırlanır
Koşar adımlarla okula giderdik
Bir şeyler öğrenelim ve bizde bir şeyler öğretelim diye.
Ve öyle de oldu.
Hayatın acımasızlığını yokluk içinde okumanın zorluğunu
Öğrencinin sırtından geçinmek isteyen insanların vefasızlığını
Hele hele düşenin dostunun olmadığını biz o günlerde o sıralarda öğrendik.
Nefret ettik ve yazdık bir tarafa bir daha silip atamadık.
Çünkü biz Anadolu'nun bağrından kopup gelen
Mustafa kemal'in öğrencileriydik...